26 Temmuz 2015 Pazar

Dünya Sevgisi Hastalıkların Başıdır

Ölüm ansızın gelecek, belki de bize ve size de birkaç dakika sonra gelebilir. Birazdan ölebiliriz, işte o zaman gelmeden, gelecek olan zamanın tedarikinde bulunalım. Fâni şeylere gönül vermeyelim.

 Rivayete göre; dinini, imanını ciddiye alan, derdi olan bir mümin gelip Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ne “Yâ Eba’d-Derdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bana bir ilaç tavsiye et ki, o hastalığımı tedavi edeyim” dedi. Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh): “Hastalığın nedir?” diye sordu.

 Adam: “Benim gönlümde fazlasıyla dünya muhabbeti var. Bu sebeple gönlüm kararmıştır. Öyle ki abdest aldığımda, namaz kıldığımda bir mânevî zevk duyamıyorum. Zikirden, ibadetten, tespihten neşe alamıyorum” deyince Ebu’d-Derdâ(Radıyallâhu Anh): “Bu hastalık bütün hastalıkların başıdır. Bunu hemen tedavi et. Yoksa bu hastalığın sonu, imanının ortadan kalkmasıyla neticelenir” buyurdu.

REÇETE: ÜÇ HUSUS

 O kişi “Yâ Eba’d-Derdâ ben ne etsem?” diye sorunca Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh): “Hastaları sor, araştır. Cenazelerinin yanında bulun. Mezarları ziyaret et. Bu üç şeye devam et. Hemen o hastalıklar senden zâil olur. Bu üç hususa devam edildiğinde gönül nurlanır, basiret gözü açılır” buyurdu.

 O kimse bu üç hususa devam etti. Lâkin hastalığı kendinden gitmedi. Gelip yine Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh)a dedi ki: “Yâ Eba’d-Derdâ! Söylediğiniz üç hususa devam ettim. Dünya muhabbeti benden gitmedi. Dünyalık endişesi de benden katiyyen kesilmedi. Gönlüm onlardan yüz çevirmedi. O dediklerini ki bunca gündür yerine getiririm, hiçbir faydasını görmedim.”

NEFİS MUHASEBESİ

 Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh) buyurdular ki: “Hasta ziyaretine gittiğinde Rabbinin sana ne büyük sıhhat nimeti verdiğini hatırlayıp, o hastanın yerinde senin de olabileceğini hiç düşündün mü?!

 Cenazelere iştirak ettiğinde musallâ taşına bir gün senin de getirileceğini, imamın senin için hüsn-ü şehâdet isteyeceğini, kul hakkını hatırlatıp helallik talebinde bulunacağını hatırlayıp nefis muhasebesi yaptın mı?!

 Ölüyü kabre koyarken, mezarlıkları dolaşırken, bir gün seni de kabre koyacaklarını, ne kadar sevenin de olsa şânın, şöhretin, makamın, mevkiin de olsa seni kabre koyup gideceklerini, kabirde yalnız kalacağını, sadece ve sadece hâl-ü hayatta iken yaptığın amellerinle baş başa kalacağını, ancak sâlih amellerin seni kurtaracağını hiç düşünüp tefekkür ettin mi?!”

AKLIM BAŞKA YERDEYMİŞ

 O kimse dedi ki: “Dediğiniz üç hususu yerine getirirken bunları düşünemedim. Demek ki cesedim oradaymış da ruhum, aklım başka yerdeymiş. Vah bana, eyvah bana.”

 O zaman Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh): “Demek ki sen bir hayvan ölüsüne varır gibi gitmişsin. Hastanın yanına vardığında şunları de söylemeliydin: ‘Ey nefsim! Şu döşekte yatan kimdir, sen de bir gün bu hale gelip döşeklere düşeceksin. Acaba sana bir yudum suyu kimler içirecek, işin sonu buraya gelecekse bu kavga, bu hır gür niye?!’

HERKESİN BİNECEĞİ AT

 Ne zaman ki cenaze namazına gittin, o cenaze, evini, barkını, bütün maddi imkanlarını terk etmiş. Bütün toplayıp yığdıklarını bırakmış gitmekte. Bu durumda nefsine diyeceksin ki: ‘Ey nefis! Bu tabut öyle bir attır ki herkes bu ata binse gerektir. Bir gün sen de bu cenaze taşıyan tabut atına bineceksin. İnsanın başına mutlaka geleceği mukadder olan şeyi sen şimdiden gelmiş say. Böyle saymak daha hayırlıdır.’ Bu sebeple denilmiştir ki ‘Her gelecek şey yakındır.’

 Gel şimdi o zaman gelmeden gelecek olan zamanın tedarikinde bulunalım. Bu fâni şeylere gönül vermeyelim. Cenazeyi bir daha hatırla. Evinden, barkından, oğlundan, kızından, kavminden nasıl da yüz çevirmiştir, bunları nasıl da terk etmiş de gider. Baş açık, yalın ayak hepsini de bırakıp gidiyor. Kimse bilmez ki hali nasıldır? Bu durumu tespit edince kabri, mezarlıkları hatırına getir, tefekkür et!

DÜNYADAN USANMAZ MISIN?

 Kabirler, mezarlar ayak altında kalmışlar. O nazik tenleri çürümüş, o latif ağızları çenelerinden ayrılmış, o başları gövdelerinden kopmuş, o elâ gözlerini kurtlar, böcekler yemiş, o bülbül gibi konuşan dillerini yılanlar, çıyanlar yemiş ve öylece yatmaktalar. Dünyada hevâ ve heves ile geçen ömürleri bitmiş. Bu ibret nazarıyla tefekkür ederken tekrar nefsine dön ve de ki: ‘Ey nefis! Sen dahi insaf etmez misin?! Bu murdar dünyadan usanmaz mısın?! Mevlâ’nın muhabbetine gönül vermez misin?! İşin sonunda sen de öyle olacağını unutur musun?! Bugünlerin senin de başına geleceğini hiç hesaba katmaz mısın?! Şu yatanların her biri senin gibi hürmetli, izzetli kimseler değil miydi?! Bunlar da senin gibi dünyada iken alırlar, verirler, yerler, içerler, hüküm ve hükümet ederlerdi. Şimdi gör ki kara toprak olup ne halde yatarlar?! Her birisi yalnız çukurlarda hallerinin ne olduğu meçhul bir vaziyette yatmaktadırlar.

İMAN DERDİNE DÜŞ

 Ey nefsim! Sen de bir gün bunlar gibi olup vücut ve bedenden ayrılıp şu yatanlarla bir olup çukurun içine yatacaksın. Burada amelinle kalacaksın. Var şimdi can bedende iken âhirete, kabire iman götürme derdine düş, dünya derdine değil. Unutma sen, ebedî yolculuğa çıkmış bir yolcusun. Dünya sadece bir uğrak yeri. Bu kara çukura düşmeden, yılan, çıyan başına üşüşmeden lazım olan hazırlıklarını yap. Tevbeden başla! İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem (Aleyhisselâm)ı unutma! O da zellesine tevbe etti.’

 İşte bütün bunları düşünerek tekrar dediklerimi yap. O zaman sendeki hastalık gidecek ve ibadetlerinden zevk alacaksın” diye eşsiz nasihatlerde bulundu ki hepimiz bu nasihatleri kulağımıza küpe yapalım.

KABİR AMEL SANDIĞIDIR

 Bu bahsi İbni Hacer el-Askalânî (Rahimehullâh)ın “el-Münebbihât” isimli eserinde zikrettiği şu ebyât ile bitireyim ki zaten:

 “Vâiz olarak ölüm yeter” hadîs-i şerîfi fehvâsınca bu konu bütün nasihatlerin fevkindedir.

 “Ey dünyasıyla uğraşıp duran,
 Uzun kuruntuları kendisini aldatan,
 Ne zamana kadar gaflette kalacaksın?!
 Ecel sana iyice yanaşıncaya kadar mı?!
 Ama ölüm ansızın gelecektir,
 Kabir ise amel sandığıdır.”

 Ne hikmetli beyitler değil mi?! İşte evlenecek bir kız çeyiz sandığını titizlikle hazırladığı gibi herkesin önünde o bohçanın açılacağını düşünerek içindeki eşyayı her türlü lekeden koruduğu gibi her an ölümle burun buruna olan, Azrâîl (Aleyhisselâm)ın başında dolaşıp “Kon” emrini bekleyen bizim gibiler de amellerimizin bohçasının önce kabirde sonra da mahşerde dost-düşman huzurunda açılacağını düşünerek amel etmelidir ki yarın âhirette yüzümüz kara olmasın!

“NEME LAZIMCILIK” DEVLETLERİ ÇÖKERTİR

 Yahya Efendi Hazretleri’nin beyân-ı vechile “Neme lazımcılık” devletleri çökertir. Nitekim nakledildiğine göre; Osmanlı’nın muhteşem zamanlarında bir gün Kânunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan, bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi’ye gönderir.

KISA VE ŞAŞIRTICI CEVAP

 Mektupta: “Sen ilâhi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” diye yazılıdır. Mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır: “Neme lâzım be sultanım!” Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan bir mana veremez. Yahya Efendi gibi bir zat nasıl böyle bir cevap verebilir?! Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar ve Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Der ki: “Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

ÇÖKÜŞ VE İZMİHLAL

 Yahya Efendi şöyle bir bakar: “Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi?! Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim. Kânunî: “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘Neme lazım be sultanım!’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.” Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir!”

ALLAH’A ŞÜKREDEREK AYRILIR

 Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlim olduğu için Allâh’a şükreder, bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak oradan ayrılır.Sultan Süleyman, Yahya Efendi’nin uyarısının önemini anladığından dolayı doğru yoldan sapmamak için bu ikazlara devam etmesini ondan ister. Bu mektup Topkapı Sarayı’nda sergi halindedir.

                                                                                          Cübbeli Ahmet Hoca
                                                                                Kaynak: www.gazetevahdet.com

Hala Bırakmayacak Mısınız?

Sigaranın, hem insanın kendisine, hem yanında içtiği ailesine, çoluğuna çocuğuna o kadar zararı oluyor ki bu gibi kul hakları yarın âhirette ödenemeyecek bir hal alır. Benden söylemesi. Hatırım için bu murdar nâneyi bırakın.

 Sizden Allâh rızası ve benim hatırım için sigarayı bırakmanızı ve bıraktırmanızı rica ediyorum hatta bunu size emrediyorum. Evet, Ali Haydar Efendi Babam (Kuddise Sirruhû): “Bana bu oda dolusu altın verseniz bir tane sigara içiremezsiniz ama bu oda dolusu altın verseniz sigara için haram da dedirtemezsiniz” buyururdu. Dolayısıyla haram demiyoruz ancak mekruh diyoruz. Gerçi şimdiki sigaraların yerli olanları rakıya, yabancı olanları da şaraba batırılarak yapıldığını ben Bandırma cezaevindeki koğuş arkadaşımın: “Şaraba hasret kaldım, aynı lezzeti bu yabancı sigaradan alıyorum” demesinden sonra yaptığım inceleme ile anlamıştım. Bu yüzden bugünkü sigaralar eski tütün sarması gibi mekruhla kalmayıp harama yakınlığa kadar gitmektedir. Ama yine de haram demek tehlikeli olduğundan bu konuda titiz davranıyoruz.

 PİS ŞEYLER HARAM KILINDI

 Lakin gerçekten sigaranın, hem insanın kendisine, hem yanında içtiği ailesine, çoluğuna çocuğuna o kadar zararı oluyor ki bu gibi kul hakları yarın âhirette ödenemeyecek bir hal alır. Benden söylemesi. Millet sevdiklerinin hatırı için neleri bırakıyorlar, siz de beni sevdiğinizi söylüyorsunuz, o zaman hatırım için bu murdar nâneyi bırakın. Meşhur Hasbi Hoca değil de bir de Fethiye imamı Hasbi Çakıroğlu Hoca vardı. O Helim Ağa’nın akrabasındandı. Yani Efendi Hazretleri’nin hocası Dursun Fevzi Efendi’nin köyü olan Çalek’dendi, bizim ders halakalarımıza yıllarca devam etti. Bir gün ders: “Rasûlüllâh ümmetine pis şeyleri haram kılar”(Arâf Sûresi:157’den) âyet-i kerîmesine gelince yekden “O zaman sigara haram olmalı” dedi.

 Hocalardan herhalde sigara içen biri “Olur mu öyle şey, ne alakası var?!” deyince o “Çünkü sigara da habis bir şey, yoksa tayyib olması lazım, çünkü âyet-i kerîmenin evvelinde: ‘O onlara tayyib yani temiz olan şeyleri helal kılar’(Arâf Sûresi:157’den) buyruluyor” dedi.

 TUVALETTE İÇİLEBİLİYOR

 O zaman, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım diğer arkadaş “O zaman sigara da temiz kabul edilir” deyince Hasbi Hoca merhum “O zaman soruyorum sana tayyib nâne yani temiz bir şey tuvalette içilir mi?!” dedi.

 Herkes sustu kaldı. Gerçekten ekmek gibi, meyve gibi temiz şeyler tuvalette yenemiyor ama sigara ki tuvalette içilebiliyor öyleyse pis olduğu ortaya çıkıyor. Pis olunca da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yasakladığı şeyler sınıfına giriyor.

 BUGÜNKÜLER DAHA MAHZURLU

 “Rûhu’l-beyan Tefsiri”nde de Vâkıa Sûresi’nin: “Cehennem ehli siyah duman gölgesi içinde kalacak” (Vâkıa Sûresi:43) âyet-i kerîmesinin izahında “İşte bu, dünyada sigara tüttürenlerin başına gelecek, diğer tefsirlerde de mezkur olduğu üzere bu haramdır” diye yazdığını hatırlıyorum ki 300 sene evvel bu sigaradan çok daha mâsum olan tütün dolamaları hakkında bu söyleniyorsa bugünkülerin çok daha mahzurlu olduğu âşikârdır. Ne olur artık söz verin de bu mereti terk edin. Yoksa ahiretten önce dünyada perişan olacağınızı garantiliyorum. Bundan ne fayda gördünüz zarardan başka?! Gerçi Muzaffer Ozak Hoca’nın bir yazısında sigaranın on fazileti olduğunu görmüştüm ki hatırladığım kadarıyla bir faydası sigarası bitenin herkesten sigara ve çakmak istemeye tenezzül edeceği için kibir barındırmaması, diğeri de çok öksürdüğü için evine hırsız girememesi gibi faziletlerdi, diğer sekizini bulan buna ilave etsin.

 Şu rezilliğe bakın ne olur!

 Ben bu konuyu içki hakkında nâzil olan: “Hâlâ bırakmayacak mısınız?!” âyet-i kerîmesi ile bitiriyorum. Siz de sahabe-i kiram gibi: “Yâ Rabbi! Vazgeçtik” deyiverin artık!

 İMANIMIZI GÖZ BEBEĞİMZDEN ZİYADE KORUYALIM

 Müslümanlardan cehennemde 7.000 seneye kadar yanan olacak. Önce ismi bir peygamber ismine denk gelenler çıkarılacak, sonra ismi bir nebînin ismine muvâfık düşen bir kimse kalmayınca Allâh-u Teâlâ: “Bunlar mümin, Benim bir ismim de Mümin, bunlar Müslim, Benim bir adım da Selam, bu vesileyle kalbinde buğday ağırlığı, hatta hardal ağırlığı kadar hatta zerre kadar iman nuru bulunanı cehennemden çıkarın” buyurur.

 PİŞMAN OLACAKLAR

 İşte binlerce yıl ateşte yanıp ölüm kesildiği için ne kadar istese de ölemeyen, sürekli acı çeken, azabı hiç dindirilmeyen, birine bir melek gelip “Haydi tahliyen geldi” dese, o adamın sevincini şu dünyada bir kimse şimdiden hissedebilir mi?! Hatta tasavvur bile edebilir mi?!

 Müslümanlar cehennemden çıkarılıp cehennemde 7.000 yıl sonra bir Müslüman dahi kalmayınca bunu gören kâfirler ne kadar pişman olacaklar.

 MÜEBBED CEZA

 Allâh-u Teâlâ’nın: “O kâfir olmuş kimseler çoğu zaman keşke kendileri (dünyada) Müslüman kimseler olsaydılar diye arzulayacaktır” (Hıcr Sûresi:2) kavl-i şerîfi bu hakikatı beyan etmektedir.

 Yani bir Müslüman ne kadar ama ne kadar günahkâr olsa da yine de cehennemden çıkacağı için yani tahliyesi beklendiği için bahtiyardır. Lakin bir kâfir ne kadar iyilik yapsa da cezası müebbed, hemde: “Hâlidîne fîhâ ebedâ” gibi birçok yerde geçen yani ebedilik manası ifade eden “Hulûd” lafzı ile yetinilmeyip, bir de müebbed manası ifade eden “Ebedâ” lafzı ilave edilen âyet-i kerîmeler müvâcehesinde kaç kere ağırlaştırılmış müebbed olduğu için elbette o kişi bu dünyada şah da olsa, padişah da olsa âhirette perişandır.

 İşte bizi cehennemde ebedî kalmaktan hatta inşâallâh oraya az bir zaman için dahi uğramaktan yani azâbın müebbedinden de muvakkatinden de kurtaracak olan imanımıza sahip çıkalım, onu göz bebeğimizden ziyade koruyalım, onu elimizden alacak bâd-i muhâliften yani ters rüzgardan ve Ehl-i Sünnet dışı akımlardan koruyalım. Rabbim elimizden tutsun, imanımızı bize bağışlasın.

 ZERRE KADAR ACIMAYIN

 “Allah’ın dini en yüce olsun diye savaşan, ancak odur Allah yolunda” buyruluyor. Yoksa “Cariye alayım, kadın alayım, kız alayım, hanım alayım, para alayım, onu bunu keseyim, onu doğrayayım, bunun köyünü basayım” olmaz. Zındıklar! Allah kahreylesin onları. Allah helak eylesin onları. Onların hiç tutar tarafı yok. İnsanlara zulmeden zalimler bunlar. Birçoğu da kâfir bunların. Ne Müslümanı, ne dini, ne imanı?! Camiyi bombalıyorlar yahu! “Kâbe’yi yıkacağım” diyor. Medine ellerine geçse yeşil kubbeyi indirirler Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in başına. Samimi söylüyorum. Zerre kadar acımayın. Bunlar Hariciler (Bugünkü Işid). Bunlar Hazreti Ali’yi kâfir oldu diye öldüren zihniyettir. Bunlar cehennem köpekleridir. Bunların en büyük düşmanları bizim gibi kişilerdir. Ehl-i Sünnet insanları sevmezler. Kâinatın Efendisi “Onlara rastlarsanız Ad ve İrem kavmi ile savaşırcasına onları katledin. Onları öldürene ecir, onların öldürdüklerine de şehitlik vardır’’ buyurmuştur. Kesin hadisler bunlar kesin.

 CİHAT İCAP EDEBİLİR

 Sahabe Şam’da Haricilerin kafalarını dizmişti. Hazreti Ali Efendimiz bunlardan 6 bin mi, 10 bin mi ne kesti. Kafalarını üst üste dizmişlerdi. Sahabe-i kiramdan biri geçiyordu “1, 2,3 değil, defaatle işitmediysem kulaklarım sağır olsun. Kâinatın Efendisi bu haricilerin cehennem köpekleri olduğunu bildirdi” dedi. İşte yine uzantıları çıktı. Allah şerlerinden muhafaza eylesin. Onun için bizim dediğimiz cihat o değil. Ama Allah yolunda cihat gerekir. İcap edebilir. Vatan tehlikeye girer, canın gider, malın, namusun, dinin, imanın tehlike altında olabilir. Böyle sıkıntılar var. Ne yapacaksın? O zaman Allah yolunda cihat farz olur. O zaman herkese farz olur. Seferberlik denir ona.

                                                                                           Cübbeli Ahmet Hoca
                                                                                  Kaynak: www.gazetevahdet.com

17 Temmuz 2015 Cuma

Cehennem Ateşinin Mahiyeti

Bazı haberlerde cehennemle ilgili şu bilgiler anlatılmıştır: "Dünya ateşi tam yetmiş kere rahmet suyuyla yıkanmıştır ve insanların tahammül edeceği seviyeye inmiştir."

 Resûlullah (s.a.v) cehennem ateşinin durumunu şöyle anlatmıştır:

 "Allah Teâlâ ateşe, kıpkırmızı olana kadar tam bin yıl yanmasını emretti. Ardından bin yıl daha yanmasını emretti; öyle ki ateş bembeyaz kesildi. Sonra bin yıl daha yanmasını emretti ve simsiyah oldu. Şimdi siyah ve karanlıktır. "
 Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
 "Cehennem ateşi rabbine şikâyette bulundu: 'Ey rab-bim! Ben hararetimden kendimi yiyecek duruma geldim' dedi. Yüce Allah da iki defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri kışın, diğeri yazın olur. Karşılaşmış olduğunuz çok şiddetli sıcak ve sizi en çok üşüten zemheri soğuğu işte cehennemin rahatlamak için nefes almasıdır."

 Enes b. Mâlik (r.a) anlatıyor:

 "Kâfirlerden, dünyada en çok zevk ve safa içinde yaşayanı getirilir ve, 'Onu ateşe daldırın' denilir. Adam ateşe daldırılıp çıkarıldıktan sonra, 'Orada herhangi bir nimet ve rahatlık görebildin mi?' diye sorulur. Adam, 'Hayır' diye cevap verir. Sonra dünyada en çok zarar görmüş ve haksızlığa uğramış biri getirilir ve, 'Onu cennete daldırın' denilir. Çıkarıldıktan sonra, 'Cennette hiçbir zarar ve sıkıntı çektin mi?' diye sorulur. O da,'Hayır' cevabını verir."
 Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:
 "Bir mescidde yüz bin ya da daha fazla kişi olsa ve aralarında da cehennemliklerden biri bulunsa ve bu kişi bir kere nefes alsa, onun nefesinin hararetinden mesciddeki bütün insanlar ölürdü."
 Âlimlerden biri, "Orada ateş yüzlerini yakar" âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: "O cehennemin ateşi bir kere onlara vurduğunda kemiklerinde hiç et kalmaz, topuklarına kadar sıyrılır."

                                                                                        Kaynak: İmam GAZALİ - Ölüm ve Sonrası
                                                                                                         

5 Haziran 2015 Cuma

Hristiyanlara Esir Düşen Kaptanın Kerameti


 
Osmanlı donanmasına önemli hizmetlerde bulunan Oruç Reis, Hristiyanlara esir düştüğü sırada Peygamberimizden istediği himmet cevapsız kalmadı.


ORUÇ REİS HRİSTİYANLARA ESİR DÜŞER

 Cihad bayrağını açmadan evvel İlyas, Oruç ve Hızır reisler, deniz ticâreti ile meşgul idiler. Ancak bu iş, Akdeniz’de pek tehlike arz ediyordu. Nitekim Oruç Reis, bir gün Rodos korsanları tarafından esir edildi. Hızır Reis:

 Olacak olsa gerek, çâr u nâçâr,
 Gerek kalbin gen tut gerek dar!

deyip buna çareler aramaya başladı. Bu yolda gayret gösterip fidye olarak büyük meblâğlar sarf ettiyse de sözlerinde durmayan yalancı korsanların hîleleri yüzünden ağabeyinin esâreti uzun sürdü. Kâfirler bununla da kalmayıp Oruç Reis’e bir papaz göndererek ona hristiyan olmasını teklif etme cür’etini gösterdiler. Ancak Oruç Reis’in:

 “–Ey gâfiller! Ben hak bir dîni bırakıp da nasıl bâtıl bir dîne mensub olurum!” şeklindeki cevabı, âdeta suratlarına çarpılmış bir şamar oldu.

KAFİRLER: “PEYGAMBERİN GELSİN SENİ KURTARSIN”

 Buna sinirlenen korsanlar:

 “–O hâlde gelsin seni Muhammed’in kurtarsın bakalım!” diyerek onu forsalık yapması için bir sandala zincirlediler.
 Oruç Reis, Allâh’a sığınarak:
 “–Siz görün hele benim Peygamber’im bana nasıl yardım eyleyecek!” dedi ve Allâh’a ilticâ etti. 

YEŞİL SARIKLI KİMSELER ZİNCİRLERİ ÇÖZDÜ

 Bir müddet sonra kâfirlerin de gözlerine görünen beyaz kaftanlı yeşil sarıklı kimselerin yardımlarıyla bukağılarını çözüp kendisini engin deryâya bıraktı ve esâretten kurtuldu. Böylece îman celâdet, teslîmiyet ve tevekkülünün berekâtı tecellî etti.

 İşte bu hâdiseden sonra Oruç Reis, kardeşi Hızır Reis’le beraber Akdeniz korsanlarına karşı amansız bir mücâdele başlattı. Kısa zaman içerisinde de nice deniz kurdu olmuş levent onların yanında toplandı ve hep birlikte:

 “Gazâ vaktidir; Bismillâh vira!” deyip deryâlara açıldılar.
 Bu cihad bayrağı gittikçe gölgesini genişletti. Oruç ve Hızır reisler, Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine karşı şanlı zaferler kazandılar. Şöhret ve kuvvetleri bütün Avrupa’yı sardı, imparatorların uykularını kaçırdı. Nihâyet bu leventler, Cezâyir’i fethedip bir devlet kurdular. 

                                                              Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları

4 Haziran 2015 Perşembe

Marifetullah Nedir?

 Kur’ân-ı Kerîm’in umûmî ve esas maksadı da, akılları ve kalpleri Allah’tan gayrı şeylerin işgâlinden kurtarıp mârifetullâh’a sevk etmektir.

ALLAH TEÂLÂ İNSANI NEDEN YARATTI? 

 Allah Teâlâ, insanı, kendisini tanıması ve kulluk etmesi için yaratmıştır. Kişi bu gâyeye en güzel, zikir ve fikir yoluyla ulaşabilir. İbadet, insan hayâtının özüdür. Zikir ise, Allâh’a ibadet etmenin en güzel şekillerinden biridir. Zikir ile tefekkür de birbirinden ayrılmayan iki kardeş gibidir.

 Şüphesiz insanlar için en mühim şey, ebedî saâdet ve huzûra nâil olmaktır. Başka arzular buna nisbetle ehemmiyetsiz kalır. Ebedî saâdet ve huzûra ulaşmak için de en mühim vesîle “mârifet”tir.

ALLAH’IN BİLİNMESİ

 İlmî bilgi, bir hâdiseyi sebep-netice münâsebetiyle kavramaktır. Mârifet ise, buna ilâveten bir de onda ilâhî irâdenin tecellîsini idrakle gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki Allâh’ın bilinmesine dâir bilgi, mârifetullah olarak isimlendirilmiştir. Yani bu, Allâh’ın varlığını mârifet ölçüsünde kavramak demektir.

 Bu sebeple Mü’minûn Sûresi’nin 84-87. âyetlerinde tezekkür (düşünme), takvâdan önce zikredilmiştir. Çünkü insanlar tefekkür ve tahassüs ile mârifete ulaşırlar. Allah Teâlâ’yı lâyıkıyla tanıdıktan sonra da O’na muhâlefetten sakınıp takvâ sahibi olmaları gerektiğini bilirler. Zira mârifetullah olmadan, yani Allâh’ı lâyıkıyla tanımadan hiçbir amel bir değer ifâde etmez.
 Hâsılı, en üstün ilmin mârifetullâh olduğu şüphesizdir. Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- şöyle buyurmuştur:

 “Eğer gök kubbenin altında mârifet ehlinin peşinden koştuğu ilimden daha üstün bir ilmin olduğunu bilseydim, başka hiçbir şeyle uğraşmaz, durmadan onu elde etmek için gayret ederdim.” 

MARİFETULLAH’A ERİŞMEK İÇİN İKİ YOL

  İbn-i Kayyim el-Cevziyye de şöyle der:

 “Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kullarını iki yolla mârifetullâh’a erişmeye dâvet ediyor:

 1. Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı ve yarattığı şeylere nazar ederek, onlar üzerinde düşünmek,
 2. Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmeler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek.
 Birinci grup Allâh’ın müşâhede edilen âyetleri, ikincisi de işitilen ve akılla idrâk edilen âyetleridir.” (İbn-i Kayyim, Fevâid, s. 31-32) Bunlar üzerinde tefekkür ve tahassüs, insanı tahkîkî îmâna erdirerek yaratılış maksadına yönlendirir.

 Şâir ne güzel söyler:

 Bir kitâbullâh-ı âzamdır serâser kâinât,
 Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.

 “Kâinât baştan başa Allâh’ın en büyük kitabıdır. Bu büyük kitabın hangi harfini okusan, mânâsının hep Allah olduğunu görürsün. Kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etsen, seni Allâh’a ulaştırır.” 

             Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Kâinat ;insan ve Kur’ân’da Tefekkür, Erkam Yayınları

Molla Fenari Hazretleri

Osmanlı'nın ilk şeyhülislamı Molla Fenari Hazretleri (1350-1431) Şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idi.

Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Geri vermesi gerekiyordu, ama satın aldığı adam zorluk çıkartır, atın hastalığını kabûl etmez diye, önce kadıya gidip resmî yoldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadıyı yerinde bulamadı. Mecbûren işini ertesi güne bıraktı. Fakat olacak ya, at o gece öldü.

 Adam ertesi gün olanları kadıya anlattı, mağdur olduğunu ve ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenârî Hazretleri:

 “Senin zararını ben ödeyeceğim” dedi. Adam hayretle kadıya baktı: “Niçin siz ödeyeceksiniz, hâ-diseyle hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki” dedi. O mübârek zât:

 “Evet, zâhiren öyle görünüyor ama, hakîkatte benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdâhale eder, atı geri verdirir, paranı iâde ettirirdim. At da sâhibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok. Senin zararına benim makamımda bulunmam gerekirken bulunmamam sebeb olduğu için, zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi.

                                                                                           Kaynak: www.gazetevahdet.com

2 Haziran 2015 Salı

Sakalın Faydaları

 İngiltere’nin Güney Queensland Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre sakalın inanılmaz faydaları olduğu ortaya çıktı.
 Araştırmalara göre sakal bırakmak başta cilt kanseri olmakla birlikte birçok sağlık sorununa iyi geldiği öne sürüldü.
 İngiltere’nin insan sağlığı araştırması bakımında birçok ödüle sahip olan Güney Queensland Üniversitesi’nde özellikle Müslümanları ilgilendiren bir araştırma yapıldı.
 Sakal bırakmanın faydalarını araştıran Güney Queensland Üniversitesi gericiliğin alameti olarak gösterilen sakalın insan cildine inanılmaz faydaları olduğunu ortaya koydu.

CİLT KANSERİNİ ÖNLÜYOR

 Güney Queensland Üniversitesi’ndeki araştırmacılara göre: ‘Sakal, cilt kanseriyle bağlantılı güneş ışınlarının zararlarına karşı büyük koruma sağladığı ve yüzün sakal ve bıyıkla kaplı kesimlerinin sakalsız kesimlerine oranla zararlı UV ışınlarına üçte bir oranında daha az maruz kaldığını kanıtladılar.’ Ayrıca cilt kanserine en iyi önlem olduğunu savunan araştırmacılar özellikle Müslüman ülkelerin bu konuda daha şanslı olduğunu ifade ettiler.

YÜZÜ KORUYOR

 Araştırmayı enine boyuna konu alan Londra Üniversitesi’nden Dr. Rob Hicks ve Dr. Nick Lowe sakalın yaşın ilerlemesi sürecini, yaşlılık belirtilerinin ortaya çıkmasını yavaşlattığını ve yüzü kurutan rüzgarlardan koruyarak cildin nemli kalmasını sağladığını belirtti.

                                                                                                           Kaynak: islamveihsan.com

6 Nisan 2015 Pazartesi

Kur'an-ı Kerim'in Özellikleri

 1.Kur’an-ı Kerim Arapça olarak indirilmiş ve bu güne kadar herhangi bir tahrifata uğratılmadan gelmiştir.
 2.Diğer ilahi kitaplar toptan bir seferde indirilmişken, Kur’an-ı Kerim zamanın akışına ve olaylara göre indirilmiştir.
 3.Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamber olduğunun en büyük alameti ve O’nun en büyük mucizesidir.
 4.Kur’an-ı Kerim, ezberlenmesi kolay, hem mana hem de söz yönüyle eşsiz bir kelamdır.
 Kur’an-ı Kerim kendisinden sonra hiçbir ilahi kitabın gelmeyeceği bir kitaptır. İndirildiği günden kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların ihtiyaçlarına cevap olacak konuları içeren ilahi bir kitaptır. Bu konuları şöyle zikredebiliriz.
İtikad: Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara, kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler, Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir. Kur’an-ı Kerim birçok ayetinde iman konuları anlatılır. Nitekim Yüce Rabbimizin bizlerden istediği ilk şey imandır. İman ise şirke bulaştırılmadan, tevhid inancı benimsenerek Tek olan Allah’a iman etmekle başlar. Peygamberlere, meleklere, kitaplara, ahirete, kaza ve kadere iman diğer imanı konulardır. Yüce Rabbimiz iman konularını çeşitli ayetlerde bizlere bildirmiştir.
İbadetler: Kur'an'da Müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.
Muâmelât: Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar.
Ukubat: Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.
Ahlâk: Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına almaktadır.
Nasihat ve Tavsiyeler: İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını, nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
Va‘d ve Vaîd: Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
İlmî Gerçekler: Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır.
Kıssalar: Kur'ân-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder. Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile anlatır.
Dualar: İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an'da çeşitli dualar da yer almıştır.
 Yukarıda saymış olduğumuz bir çok ayetten ve hadislerden çıkan sonuçları maddeler halinde şöyle değerlendirebiliriz.
 -Kur’an-ı Kerim, Rabbimiz tarafından bizlere gönderilen en son ilahi mesajdır ve son kutsal kitap olduğuna dair hiçbir şüphemiz olmamalıdır.
 -Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teala’nın kullarına duyduğu merhametin tecellisidir, Peygamber Efendimizin en büyük mucizesidir ve Peygamberliğinin en büyük ispatıdır.
 -Kur’an-ı Kerim, melekler, peygamberler ve diğer itikadi hususlardaki en doğru bilgileri bizlere aktarmaktadır, kişiye dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, kişiye nasıl duada bulunacağını öğretmektedir.
 -Kur’an-ı Kerim indirilmeye başladığı günden önceki milletlerden haber vermektedir ve taklit edilemez kutsal bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim, kendinden önce gelmiş ve bozulmuş olan kutsal kitaplar ve onların içinde yer alan hükümlerin er doğrularından bahsederek diğer dinler arasında bulunan ihtilafları da çözücü bir mahiyete sahiptir. Edebi üslubu çağlar öncesinden çağlar ötesine hitap etmekte, teknolojik gelişmeler hep kendi söylemleri paralelinde gelişmektedir.
 -Kur’an-ı Kerim insanlar için en güzel öğütleri sunmaktadır. Nasıl bir iman? Nasıl bir ibadet? Nasıl bir ahlak? Sorularına karşı en güzel cevapların bulunacağı son ilahi mesajdır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim, toplum içerisinde insanların yapması gereken bir takım ilkeleri kapsamaktadır.
 -Kur’an-ı Kerim, tabiat kanunlarıyla ilgili vermiş olduğu bilgiler bütün ilim adamlarına bir yol gösterici olmuştur. Sadece yaratılanlar hakkında değil Yaratan hakkında da en doğru bilgileri sunmakta, yaratılanların düşünülmesi istenmekte, Yüce Allah’ın kudret ve büyüklüğü düşünülmeye teşvik etmektedir.
 -Kur’an-ı Kerim, okuyana şifa veren, gönüllere huzur sağlayan bir kitaptır. Hiç mana bilmeyen insanları dahi o eşsiz üslubu ile etkilemektedir. Bu sebeple okunduğu zaman teskin edici çok büyük bir özelliği vardır.
 -Kur’an-ı Kerim, kolayca ezberlenen ve bu özelliği hiçbir kitaba nasip olmamıştır. 23 yılda tedrici olarak parça parça indirildiği halde, bütününe bakıldığı zaman eşsiz bir uyuma sahiptir.
 -Kur’an-ı Kerim, hafızlık müessesi ile sahabe döneminde başlayan ve günümüze kadar devam eden bir süreçle zihinlerde korunma altına alınmıştır. Tekrar tekrar okunmasına rağmen, ne okuyana nede dinlene bıkkınlık vermeyen bir kitaptır.
 -Kur’an-ı Kerim, indirilmeye başlandığından beri 15 asır geçmesine rağmen canlılığını, diriliğini, güzelliğini ve insanlara hidayet rehberi olmayı devam ettirmektedir. Gaybi bilgileri bize sunmakta metafizik alanında en önemli ve en değerli bilgileri bizlerin zihinlerine aktarmaktadır Kur’an-ı Kerim kendisinden başka ilahi kitap kabul edilmeyecek son ilahi kitaptır. Sevgili Peygamberimize indirildiği aslına uygun günümüze kadar muhafaza edilmiştir. İçinde bulunan ayetler asla yanlış aktarılmamıştır. Hafızların ezberlemesiyle korunmuş dilden dile, gönülden gönüle aktarılarak günümüze gelmiştir.

Kur'an-ı Kerim

 “Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecekti (Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 993 )
 İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn
 "Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim'i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz"
 Kur'an-ı Kerim İslam’ın kutsal kitabıdır. Arapça bir sözcük olan “kuran”, okumak, ezbere okumak, bir araya getirmek anlamına gelir. Arapça olan ve 114 surede toplanmış 6200’ün üstünde ayetten oluşan Kur'an, Hz. Muhammed’e peygamberliğin verildiği 610’dan 632’deki ölümüne kadar parça parça indirilmiştir.
 Yaratan Allah (c.c.) yaratmış olduğu bütün kullarını dünyada başıboş bırakmamış, onların dünyada huzurlu ve ahirette kendilerinin memnun olacağı emirler ve yasaklar indirmiştir. İnsanların mutlu olacağı hükümler ise ya bir ilahi bir kitap yada sahife aracılığıyla insanlara bildirilmiştir. İlk peygamber Hz. Adem'le başlayan ve en son gönderilen peygamber olan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile son bulan Peygamberlerin her biri Yüce Allah'tan almış oldukları bu kitap veya sahifelerde bulunan emir ve yasakları ümmetlerine aktarmışlar ve oların indirilenleri daha iyi anlamaları için kendileri de ümmetlerine örnek olmuşlardır.
 Yüce Allah’ın insanlara indirmiş olduğu en son ilahi kitap ise Kur’an-ı Kerim’dir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya getirmek" anlamına gelen Kur'an terim olarak şöyle tarif edilir: "Hz. Peygamber'e indirilen, Mushaflarda yazılı, Peygamberimizden bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibadet edilen, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır" Bu tarifte bazı hususlar göze çarpmaktadır: "Peygambere indirilen" derken Hz. Muhammed kastedilmektedir. "Tevâtür yoluyla nakledilmiş olan" derken, her devirde yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluk tarafından nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun, Allah'a ait oluşunun kesinliği ifade edilmektedir. "Okunmasıyla ibadet edilen" derken de, okumanın ibadet olduğuna, namaz ibadetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine ve Kur'an tercümelerinin namazda okunmasının câiz ve geçerli olmadığına işaret edilmektedir.
 Kuran-ı Kerim kendisine uyulduğu zaman uyanı hidayete götüren ve kendisinde hiç şüphe bulunmayan ilahi bir kitaptır. Yüce Rabbimiz Bakara süresinin ilk ayetlerinde bu hususu şöyle ifade etmektedir.
                                                                                                               الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
 “Elif Lam Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” Başka bir ayette ise Yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerimi insanları karanlıktan aydınlığa çıkartmak için gönderdiğini zikretmektedir.
                                           هُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ عَلَى عَبْدِهِ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَكُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَإِنَّ اللَّهَ بِكُمْ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
 “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed’e apaçık âyetler indirendir. Şüphesiz Allah, size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.” Ayrıca Kur’an-ı Kerim İslam Dininin ilk kaynağıdır. Herhangi bir konuda İslam Dini açısından hüküm verilirken ilk müracaat edilecek kaynak Kur’an’dır.
 Kur’anı Kerimin indirilişi bir rahmet ve şefkat tecellisidir. Ayet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz (c.c.) şöyle buyurmaktadır.
                                            الَر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
 “Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
                                                    يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
 “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”
                                                                    وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَاراً
 “Biz Kur’an’dan, mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur’an, zalimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz”
                                                                                        كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
 “Bu Kur’an çok mübârek bir kitapdır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve aklı selim sahipleri öğüt alsınlar”
 Nasıl ki, Kur’an-ı Kerim bizi kendisine yönlendiriyor ise Efendimizde bizi Kur’an-ı Kerime yönlendirmektedir.
                                                                                                    اقْرَؤُا القُرْآنَ فإِنَّهُ يَأْتي يَوْم القيامةِ شَفِيعاً لأصْحابِهِ
 “Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecekti.”
    منْ قرأَ حرْفاً مِنْ كتاب اللَّهِ فلَهُ حسنَةٌ ، والحسنَةُ بِعشرِ أَمثَالِهَا لا أَقول : الم حَرفٌ ، وَلكِن : أَلِفٌ حرْفٌ، ولامٌ حرْفٌ ، ومِيَمٌ حرْفٌ “Kim Kur’ân-ı Kerîm’den bir harf okursa, onun için bir iyilik sevabı vardır. Her bir iyiliğin karşılığı da on sevaptır. Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis elif bir harftir, lâm bir harftir, mîm de bir harftir.”
                                                                                              إنَّ الَّذي لَيس في جَوْفِهِ شَيْءٌ مِنَ القُرآنِ كالبيتِ الخَرِبِ
 “Kalbinde Kur’an’dan bir miktar bulunmayan kimse harap ev gibidir.”
 “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.”
 “Bir cemaat Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.”
“Sizin en hayırlılarınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”

2 Nisan 2015 Perşembe

İslam Gençliğine Hitabe

 Ey islam gençliği;
 Birinci vazifen ÜMMETİN istikbalini ve MÜCADELE ruhunu ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
 Varlığını idame ettirebilmenin yegane temeli İLAH-İ KELİMETTULLAH olup bu sana ruhlar aleminden bu yana bahşedilen en buyuk hazinendir.
 Ahir zamanda dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek Tağuti ve Mustekbir güçler olacaktır.
 Bir gün ŞERİAT-I GARRAYI AHMEDİYE yi mudafaa mecburiyetine duşersen içinde bulunduğun bozuk düzenin şeytani oluşum ve dayatmaları dahi seni yıldırmamalı.
 Yaşamış olduğun asır, zalim ve despot guçler tarafından kuşatılmış olabilir.
 İslama ve vahyin öğretisine kast etmek isteyen Amerika, İsrail ve onun uşaklığını yapan Firavni rejimlerin yardakçıları, dünya üzerinde emsali görülmemiş bir gücün mumessili olabilirler.
 Nifak ve zulüm ile ümmetin bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün kutsal mabetlerine kirli eller uzatılmış,Tevhit davasının icra edildiği Muhammedi mektepler kapatılmış , Ezan_ı Şerifler susturulmuş olabilir hatta ümmetin bütün coğrafyası işgal edilmiş olabilir.
 Bütün bu yasanan zulüm den daha acı ,daha can yakıcı bir duruma da düşebilirsin. Seninle aynı pınardan beslenmiş, aynı boyanın rengine bürünenler dahi bir gün RAHMANİ mesaja gözlerini kapayabilir ,nefsinin kölesi olabilir hatta ve hatta ümmetten aldığı emaneti,namusu başkasına peşkeş çekme bedbahtlığında da bulunabilirler.
 EY İSLAMIN YİĞİT MUCAHİDLERİ , EY NURLU KERVANIN MÜDAVİMLERİ Firavni ve despot rejimlerin size eziyetten başka zarar veremeyecekleri tüm bu ahval ve şerait içinde dahi sana duşen; anaların gözyaşları ve şehidlerin kanı üzerine saltanat kuran bu zalimlere karsı İbrahimi kıyamlarda bulunman ve SIRAT-I MUSTAKİM üzere yılmadan yıkılmadan durmak olacaktır.
 BİLİNİZ Kİ ŞEHADET BİR ÖDÜLDÜR VE LAYIK OLANA VERİLİR ..

14 Mart 2015 Cumartesi

Allah Nerede?

 Akıl Bir Mahluktur, Halıkını İhata Edemez

Nerede sorusu bir mekanı yani yeri akla getiriyor. Oysa mekan, maddi varlıklar için söz konusudur. Allah nerede, şeklindeki bir soru Allah da diğer varlıklar gibidir, onların bir mekanı vardır, şu halde Allah’ın da bir mekanı olmalıdır mantığının ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddi varlık gibi düşünürsek daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz.
 İnsanın hayaline gelen ne olursa olsun, o Allah değildir.! Çünkü insanın hayali sınırlıdır. Sınırlı olan sonsuz olanı içine alamaz. İnsan ancak yaratılmış olanları hayal veya tasavvur edebilir. Allah ise, yarattıklarına benzemez. Bütün varlıklar Allah tarafından var edilmiştir. Oysa Allah ezelidir, yani varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Bir kudsi hadiste “Allah vardı ve beraberinde hiçbir şey yoktu” deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekan... Maddi ve cismani olmayan için yer tasavvuru batıldır, anlamsızdır.
 Kainatın bir sınırı var değil mi? “Elbette” Peki kainatın bittiği sınırın ötesinde ne var? “Bizce hiç bir şey”. Allah kainatın içinde mi? “Hayır. Ustayı eserin içinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın içinde olamaz.” “Ama Allah ne kainatın içindedir, ne de sınırın ötesinde bir yerde.” Hem Allah var diyorum, hem de ne kainatın içinde, ne de dışında olmadığını söylüyorum. Tezat gibi görünüyor değil mi? Halbuki Allah ne maddedir, ne de cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şudur: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekanda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekanda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekanı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor.
 Allah mekandan münezzeh olmakla beraber isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani görünümleriyle her yerdedir. Akıl O'nun zatını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. İsimlerini, sıfatlarını ve şuunatını(haller-keyfiyeti) kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir. "Nerden bilecek?" Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. her eser gibi sanatkarını gösterir. Kainat da bir büyük eserdir ve o da ustasının şahididir. Çevremizde gördüğümüz her varlık ölçülü, düzenli ve süslü haliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim...
 Şu halde biz bu eserlere bakarak O’nun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar düşünebiliriz, ama zatını düşünmemiz mümkün değildir.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Ganimet ile İlgili Meseleler

 Harpte gayr-i müslimlerden zorla alınan mal. Lügatte, çalışıp yorulmadan elde edilen şey, düşmandan alınan mal manalarına gelir. Cem’i yani çoğulu ganaim ve meganim’dir. Ganimet önceki ümmetlere helal değildi. Bundan faydalanma sadece Peygamber Efendimiz(s.a.v.) ve ümmetine helal kılındı. Nitekim Enfal Suresi 69. ayet-i kerimesinde mealen; “Şimdi elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yiyin.” Buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz(s.a.v) de; “Ganimetler bana helal kılındı. Benden önce kimseye helal kılınmadı” buyurmuşlardır. İslam’da ilk ganimet, Bedr’den iki ay önce Abdullah bin Cahş komutasında Nahle seferine gönderilen seriyye(küçük askeri birlik) tarafından alınmıştır. Bu ganimet, Bedr ganimetleri ile birlikte taksim edilmiştir.
 Resulullah Efendimiz(s.a.v.), asr-ı seadetlerinde harb ile elde edilen ganimeti beşe taksim eder, dördünü gazilere dağıtır, beşte birini ise Enfal Suresi 41. ayet-i kerimesinde bildirildiği gibi tekrar beş hisseye bölerdi. Bir hisseyi kendilerinin ve ailelerinin ihtiyaçları için ayırır, artarsa harb vasıtalarına ve Müslümanların faydalarına olan yerlere sarfederdi. Bir hisseyi de kendilerine müşriklere karşı yardım etmiş olan Beni Haşim ve Beni Muttalib’in fakir-zengin ayırmadan hepsine verirlerdi. Kalan üç hisseyi ise; yetimlere, fakir Müslümanlara ve parasız kalan yolculara verirlerdi. Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) ahireti teşriflerinden sonra, beşte bir hisse sadece yetimlere, fakirlere ve parasız yolculara verildi. Beni Muttalib ve Beni Haşim olanlar bu üç sınıfa dahil iseler, öncelikle pay aldılar.
 Peygamber Efendimiz(s.a.v.), ganimet taksiminde önce kılıç, zırh ve at gibi bazı şeyleri seçip alırdı. Bunlara safıyy denir. Bedir muharebesinde Zülfikar isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. Muharebe bittikten sonra, kafirlerden zorla veya Resulullah Efendimiz(s.a.v.) döneminde olduğu gibi harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mala da fey denir. Bu sebeple sulh yoluyla alınan ve düşman devlet başkanlarının gönderdiği mallar da fey hükmünde idi. Fey cinsinden mallar Haşr Suresi 5. ayet-i kerimesi hükmünce, Resulullah’ın(s.a.v.) tasarrufunda idi. Dilerse kendilerine tahsis edip, ailesinin ihtiyaçlarına veya silah, binek gibi harp vasıtalarına, dilerse de amme menfaatine harcarlardı. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: “Beni Nadir Yahudilerinin malları fey olup, Resulullah’a(s.a.v.) ait idi. Ondan ailesine bir senelik nafakasını alır, kalanı harp vasıtalarına sarfederdi.”
 Fedek arazisi sulh ile alındığı için, oda fey idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallarda Resulullah Efendimiz(s.a.v.) için fey olup,

Aklın Önemi

Resulullah Efendimiz(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teala, akıldan daha kıymetli bir şey yaratmamıştır”(Tirmizi). Cenab-ı Hak, insana akıl vermiş ve onu kullanmasını emretmiştir. Akıl sahibi olmak insana, müslüman olmak ve İslam’ın gereklerini yerine getirmek sorumluluğunu yüklemiştir.
 Yüce Allah, akıl sahibi olmayanları sorumlu tutmamıştır. Onlar ahiret hesabıyla muhatap olmayacaklardır. Hak Teala’nın muhatabı olabilmenin temel şartı, akıl sahibi olmaktır.
 Alimlerimiz aklı şöyle tarif etmişlerdir: “Akıl, nazari(incelenebilen-araştırılabilen) ilimlerin kendisiyle elde edilebildiği bir özelliktir. Akıl, sanki kalbe atılmış bir nurdur, eşyayı idrak edebilme imkanı onunla mümkün olur.”
 Dinin ve hükümlerin kaynağı vahiy, yani Kur’an ve Sünnet’tir. Akıl, Allah Teala’nın maksadını anlamaya yarar. Anladığıyla amel eder, anlayamadı diye de inkar etmez. Allah’ın maksadı ne ise ona iman eder. Buna göre akıl, vahyin emrinde ve hizmetinde olan bir özelliktir.

20 Şubat 2015 Cuma

Şeyh Şamil'in Sözleri

• Müslümanlık esasına göre kurulan idare teşkilatı ile diktatörlük bağdaşamaz.
• Ölüm, bizi Allah’ımıza kavuşturan en ulvi hadisedir. Dünyaya geldik, O’nun eserlerini gördük, O’nun emirlerindeki isabete inandık, O’nun eserlerine gönlümüzden vurulduk. Şimdi de sevine sevine O’na kavuşmayı özlemeliyiz. Ölüm kafirler için bir azap bir ıstıraptır. Müslümanlar için bir sürur ve sadet olmalıdır.
• Gönüllerden kibri çıkarmak, yüce dağları iğne ile kazımaktan daha zordur.
• Allah’ın sana verdiği nimetlerle günah ve kötülük yolunda kuvvet kazandırmamalısın.
• Hayrın kümelendiği evin anahtarı tevazu, şerrin kümelendiği evin anahtarı ise gururdur.
• Nefsini baş tacı eden, dinini hor görür.
• Hakkı kabul ve ilan etmek İslami yaşayışın esasını teşkil eder.
• İnsanların en yükseği ve en asili Allah’tan en çok korkandır.
• Allah’tan kullarına şer erişmez.

Gıybet ve İftira - Din Ulaşacaktır - Davet Edecekler

Gıybet ve İftira

Resulullah Efendimiz(s.a.v.),
 - Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz, diye sordu. Ashab-ı kiram,
 - Allah ve Resulu daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Resulullah(s.a.v.),
 - Birinizin, mümin kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmasıdır, buyurdu. Oradakilerden biri,
 - Ya benim söylediğim onda varsa, bu da gıybet midir, diye sordu.Resulullah(s.a.v.),
 - Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış olursun. Şayet söylediğin onda yoksa bir de iftira ettin demektir.
 (Ebu Davud, Tirmizi, Müslim)

Bu Din Her Yere Ulaşacaktır!

 Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem’in heber verdiği, gelmesi yakın mutlulukla sevinelim: “Bu din, gecenin ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah, bir azizin izzetiyle veye bir zelilin zilletiyle, İslam’ı üstün kılacağı bir izzetle ve kafiri zelil kılacağı bir zilletle, yerleşik ya da göçebe herkesin evine bu dini mutlaka sokacaktır.”
 (İbn Hibban, Sahih, XV, 91,93; Hakim, Müstedrek, IV, 477.)

Davet Edecekler!


 Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) sofralarına davet etmeleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.”
 (Ebu Davud, Melahim 5; Ahmed b. Hanbel, V, 278.)

İhlas - Ümit ve Korku

 İhlas Alameti

Allah Teala, ibadete riya gösteriş karıştırmayı kesinlikle yasaklamıştır. Gizli şirk olarak tarif edilen riyadan kurtulmak her müslümanın gayesidir. Gerçek alim ve veliler de bundan son derece sakınıp yalnızca ihlaslı kulluğa gayret etmişlerdir.
 Bir gün Yahya b. Muaz’a, “Bir kimsenin ihlasa ulaştığının alameti nedir?” diye sorulmuştur. Yahya b. Muaz’ın cevabı şöyledir: “Süt emen çocuk gibi, kendisini övene de sevene de hiç aldırış etmeyip, işine, ibadetine devam etmesidir.”
 Büyük veli Fudayl b. İyaz da şöyle demiştir: “İnsanlar görsün diye amel etmek riyadır. Yapman gereken bir ameli insanlardan çekinip terketmen şirktir. İhlas ise Allah Teala’nın seni bu iki halden kurtarmasıdır.”

Ümit ve Korkuyla

 Hz. Ebu Bekir buyuruyor ki: “Size Allah’tan kormanızı, O’nu layık olduğu şekilde övmenizi, korku ile ümit arasında olmanızı ve Allah’a çok yalvarmanızı tavsiye ederim. Çünkü Cenab-ı Allah, Zekeriyya aleyhisselamı ve ailesini bu yüzden şöyle övmüştür:
 ‘Gerçekten onlar, iyi işlerde yarışırlar, korkarak, umarak bize yalvarırlar ve gönülden bize saygı duyarlardı’(Enbiya 21/90)
 Sonra, Allah’ın kulları biliniz ki Allah Teala kendi haklarına karşılık sizin canlarınızı rehin almış ve bunun için de sizden söz almıştır. Allah, ebedi olana karşılık sizden az ve fani olanı satın almıştır.”

Hz. Ömer'in Talimatnamesi

 Hz. Ömer’in Basra valisi Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği talimatname besmele ile başlar ve bazı kısımları şöyledir:
 “Mü’minlerin emiri, Allah’ü Teala’nın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a(Ebu Musa el-Eş’ari)! Allah’ın selamı üzerine olsun. Kaza(hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazife(farz), tabi olunan bir adet(sünnet)tir. Sana Getirilen davalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhal icra et, icra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Davayı delil ile isbat etmek, davalıya; yemin, davayı red edene düşer. Davayı hükme bağladıktan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiçbir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasun. Hakk’a dönmek, hatada devam etmekten hayırlıdır. Getirilen davanın hükmünü Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şerifte bulamazsan, ictihad et. Kıyas yoluyla Allahü Teala’nın rızasına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine(delil) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delil getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şahitlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna. Müslümanlar biri diğeri hakkında şahitlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazap ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmaktan sakın. Allahü Teala, işlerinde rızasından ayrılmayan kadıyı, insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riya karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kadıyı Allahü Teala halk içinde rezil eder. Allahü Teala ihlas ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü Teala’nın ihsan buyuracağı mükafatı ne sanıyorsun?”

Elçilik

 Bir devleti başka bir devlette temsil eden kimsenin vazifesi, sefirlik. Elçilerin tarihi çok eski olup, geçici ve daimi elçiler gönderildi. İslam tarihinde elçilerin maiyyetleri ile birlikte dokunulmazlıkları vardı. Öldürülemezler ve herhangi bir şekilde kendilerince kötü davranılamazdı. Elçiler, sadece fevkalade durumlarda göz hapsine alınırlardı. Peygamber Efendimiz, Mekke’ye gönderilen müslüman elçisinin dönüşüne kadar, Mekke’den gelen elçileri alı koymuştur. Gelen elçilere önce teşrifat memurları tarafından, Resulullah’ın huzurunda nasıl davranacakları öğretilirdi. Elçiler ekseriya Medine ‘de Mescid’i Nebevi’nin elçiler sütunu denilen yerinde kabul edilirlerdi. Bu kabul sırasında Peygamber Efendimiz ve eshab’-ı kiramı, güzel, kıymetli elbiseler giymişler.
 Osmanlı nezdine gönderilen bir elçi, sınırdan içeri girdiği andan itibaren misafir muamelesi görür, kendisini İstanbul’a getirmek için bir mihmandar görevlendirilirdi. Elçilik heyetinin bütün yol ve yiyecek masrafları o andan itibaren devlet tarafından karşılanırdı. Sultan İkinci Bayezıd Han zamanında, İran’dan gelen bir elçilik heyetinin de, Erzurum’dan Geyve ‘ye kadar yol masrafları bir defter halinde tutulmuştur.

6 Şubat 2015 Cuma

Cizye ile İlgili Önemli Sorular

Cizye nedir?

 Cizye, zımmilerin (gayr-i müslim vatandaşların), hür ve erkeklerinden, seneden seneye alınan şahsi vergi. Lügatte; ceza, karşılık anlamında olup; mallarını, canlarını, her türlü haklarını koruma karşılığında, vergi almak demektir.

Cizye neden alınır?

 Cizye; gayr-i müslimlerin, Müslümanlar arasında bulunmalarından dolayı, zamanla İslam’ın güzelliğini ve hak din olduğunu görerek Müslüman olmaları ümidi ile mühlet tanımaktır. Bu bakımdan cizye, İslam’a davet yoludur. Gayr-i Müslimler, kendilerine verilen bu müddet içerisinde, Müslümanlardan İslam’ın hak din olduğunun delillerini işitir ve onların Müslümanlıkları sebebiyle taşıdıkları izzet ve şerefi; kendilerinin ise küfür üzerinde bulunmalarından dolayı uğradıkları aşağılık ve rüsvaylığı görürler. Şayet Allahü Teala onun hidayetini dilemişse, bu durum onları Müslüman olmaya sevkeder. İşte cizyenin meşru olmasındaki hikmet budur.

Cizye Kur'an'da geçiyor mu?

 Gayr-i müslimlerden, cizye almak yani onların vergi vermeleri, Kur’an-ı Kerim’de Tevbe suresi 29. ayet-i kerimesinde emredilmiştir.

Cizye kimlerden alınır?

İmam-ı Şafii Hazretleri'nin Sözleri

• Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allah Teala’yı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve te’viller ile uğraşan alimden fayda gelmez.
• İnsanları tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı, ihlas sahibi olmalıdır.
• İlmi kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden giçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi tevazu için, alimlere ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felah bulur, kurtulur.

Namaz Vakitlerinin Hesaplanması

 Müslümanların geliştirdiği astronomi, daha çok namaz vakitleri ve hicri aybaşlarının belirlenmesinde, güneş ve ay yardımıyla zamanı belirlemeyi ana konu olarak almıştır.
 Miladi 8. yüzyıla kadar namaz vakitleri görevli kişiler tarafından, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin ışığında bizzat güneş gözlenerek ilan ediliyordu.
 İslam ülkelerinde rasathaneler kurulduktan sonra namaz vakitleri hesaplanarak ilan edilmeye başlanmıştır.
 Rasathane olmayan yerlerde ise namaz vakitlerinin tespitinde Rub’u Tahtası kullanılmıştır.
 Osmanlı Devleti zamanında şeyhülislamlığa bağlı bir başmüneccimlik görevi vardı. Bunlar her sene sadece İstanbul’un namaz vakitlerini gösteren resmi bir takvim çıkarırdı.
 Muvakkitler diğer şehirlerin namaz vakitlerini ise İstanbul’dan + - fark hazırlarlardı. Günümüzde ise

Osmanlı'da Hayat

 Osmanlı’da şimdikinin aksine, eski İstanbul sokakları genel olarak sakindi. Her yer güven içindeydi. Herkes günün her saatinde istediği yere hiçbir endişe duymadan gidebilirdi.
 Osmanlı insanı hırsızlık, gasp, kapkaç nedir bilmezdi. “Bu muazzam payitahtta” diyor Fransız tarihçi M. A. Ubicini, “dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez.”
 Çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı, asla yere tükürmezdi, “kul hakkı” sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi. Hatta, “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle, ağaçları yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı.

İmam-ı Azam ve Kadılık

Zamanında İmam-ı Azam ile herhangi bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir. Hem derya gibi ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı sayesinde hepsinden kendisi galip çıkıyordu.
 Abbasi Halifesi Me’mun, İmam-ı Azam’ı Kufe’ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı ve bu niyetini açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına alet olamamk için bu teklifi kabul etmedi.
 - Ben kadılık yapamam, dedi.
 Halife de herkes de kabul ederdi ki ondan iyi kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı:
 - Yalan söylüyorsun, sen kadılık yaparsın!
 İmam-ı Azam akan suları durduracak şu cevabı verdi:

Akşemseddin Hazretleri

 Akşemseddin Hazretleri; Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin talebesi ve onun ilminin manevi varisi idi. Bir gün Şehzade Mehmet, yani geleceğin Fatih’i henüz beşikte bulunuyordu.
 Bir sohbet esnasında zamanın padişahı Sultan II. Murat Han Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’ne İstanbul’u işaret ederek, “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sordu. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri de, “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fetih görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye nasip olacaktır” der.
 Akşemseddin Hazretleri aynı zamanda hekimlik ve eczacılık ilminde de derin bir alimdi. Kendi devrinde hastalıklara bulduğu yeni tedavi usulleri ve ameliyat yöntemleriyle pek çok hastanın

5 Şubat 2015 Perşembe

Siftah Ettim!

 Fatih Sultan Mehmed Han birgün yiyecek maddelerinin kalitesini ve narh durumunu kontrol etmek gayesi ile kıyafet değiştirip çarşıya çıktı. Bir dükkana girip selam verdikten sonra; “Yarım batman yağ, yarım batman bal ve yarım batman peynir veresiz” dedi. Dükkan sahibi yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra; “Ağam , sair isteklerinizi de karşı komşumdan alasız. Zira kim hem onun malı daha yeğdir. Hem de komşum daha siftah etmedi” dedi. Padişah ikinci dükkana varıp oradan da yarım batman bal alınca, bu dükkan sahibi de; “Allah’a şükür olsun siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kardır. Diğer isteklerinizi komşumdan alınız. O daha sifteh etmedi” deyince, Fatih Sultan Mehmed Han; “Bu milletteki bu ahlaki istikamet yok mu, ona dünyalar fethettirir. Milletin ahlak-ı safiyetine halel getirenleri Allah kahretsin” dedi.

Bir Kerametini Görseydik

 Denizli evliyasından Hasan Feyzi Efendi her veli gibi keramet göstermekten kaçınırdı. Ancak bu, zihnine takılırdı talebenin.
 Bir sabah ders başladığında, çocukların zihninde yine aynı şey vardı: Keramet.
 “Hocamız neden keramet göstermiyor? Ah bir kerametini görseydik” diyorlardı.
 Bu, malum oldu büyük zata. Dersi kesip:
 - Biz, şu günahkar halimizle yerin dibine müstahakız. Ama bakın, buna rağmen yer üstündeyiz. İşte size keramet, buyurdu.
 Ve sordu onlara:
 - En büyük keramet nedir, biliyor musunuz?
 - Bilmiyoruz efendim, dediler.
 - En büyük keramet, istikamettir, buyurdu.
 - İstikamet nedir, dediler.

İslam'da Bayrak


Çok eski zamanlarda kurulan devletler ve kavimler, bayrak veya bayrağa benzeyen semboller kullandılar. İslam tarihinde ise hicretin birinci yılından itibaren bayrak kullanılmaya başlandı. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem hicretin birinci senesinde Şam’dan dönmekte olan Kureyş kervanına karşı gönderdiği Hazreti Hamza komutasındaki otuz kişilik kuvvete bayrak şeklindeki beyaz bir bezi ilk defa kendi elleriyle bir mızrağın ucuna bağlayarak askerlerden Ebu Mersed’e verdi. Livaül-Beyda ismiyle anılan bu bayrak, Hayber gazasına kadar kullanıldı. Hayberden sonra Raye denilen siyah bir bayrak kullanıldı. Dört halife devri, Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, diğer dönemlerde ve Osmanlı zamanlarında da çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı.

Bütün Nefisler Ölümü Tadacaktır!

 Düşmanla karşı karşıya gelindiği zaman, donanma kapdanları askerin kuvve-i maneviyesini yükseltmek için bir konuşma yapardı. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın reislerinden Kara Hasan Ağa büyük bir İspanyol donanması ile karşılaştığı zaman divan eyledi. Askerler, ulema ve bütün donanma efradı gelip tolandılar. Hasan Ağa yerinden kalkıp yüksek etkileyici bir sesle bunlara dedi ki:
  “Ey oğullar! Karındaşlar! Babalar! Sizler cümleniz bu ana kadar şadlık ve safada idiniz. Şimdi bu din düşmanları, mel’unlar karşımıza gelip durdularsa, bizlere dahi layık olan şudur ki: Güya hepimiz bugünkü günde dünyaya geldik ve yine bugünkü günde şehadet şerbetini içip ahirete gideceğiz, bilelim. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, kişi kendisini dünyada misafir gibi bilmek gerektir. Dünyaya gelenin ecel şerbetini içmesi muhakkaktır. Cenab-ı Hak: “Bütün nefisler ölümü tadacaktır” buyuruyor. Baki ancak Allah’tır, gayri kimse yoktur.
 Madem ki böyledir, bugünkü günde ne mala, ne rızka, ne de evlada bakmayıp, hemen canla başla, Allah rızası için din-i mubin uğruna cihad-ı fi-sebilillah edelim.

3 Şubat 2015 Salı

Rasulullah Efendimiz'in Mübarek İsimleri ve Manaları

Mevâhib-i Ledünniye isimli kitaptan 99 adedi alınmıştır. Bu kitapta diğer 301 ismini bulabilirsiniz.

 Abdullah: Allah (cc)' ın kulu
 Âbid: Kulluk eden, ibadet eden
 Âdil: Adaletli
 Ahmed: En çok övülmiş, sevilmiş
 Ahsen: En güzel
 Alî: Çok yüce
 Âlim: Bilgin, bilen
 Allâme: Çok bilen
 Âmil: İşleyici, iş ve aksiyon sahibi
 Aziz: Çok yüce, çok şerefli olan
 Beşir: Müjdeleyici
 Burhan: Sağlam delil
 Cebbâr: Kahredici, gâlip
 Cevâd: Cömert
 Ecved: En iyi, en cömert
 Ekrem: En şerefli
 Emin: Doğru ve güvenilir kimse

2 Şubat 2015 Pazartesi

Mütevazı Bir Harf Hikayesi

“Vav” her levha , insanoğluna “Vav gibi ol!” öğüdünü hatırlatıyor.
 Ana karnındaki bir insan sureti ya da secdeye kapanmış, âcizlik makâmında bir kul silüeti: Vav...Çileyle yoğrulmuş bir kulun edeble eğilişi, alnını seccadeye sabitleyişi, yok olup sonsuzluğa uzanışı... Hepsi “vav” ismiyle müsemmâ! “Vav” adı söylenmeye bile çekinilen bir gizli sır, bir ağır emânet gibi kalpte saklanmış. Kalbe hayat veren müstesnâ sevgilinin sembolüne dönüşmüş, kâinatın ta ilk gününde… Allah(cc) 'ın Vâhid ismini, birliğini ve benzersizliğini, temsil etme görevini üstlenmiş. Ve Rabb'in kudretiyle yarattığı kâinatın yerini tutmak bir tek “vav”
harfine nasip olmuş. “Vav” kendisine yüklenen anlam itibarıyla farklılığını, gücünü hissettirir.
 “Vav” hayatın özeti bir nevî, yaşantısı Allah'a yakın olan bir kulun büyük sevdası, bir hattatın baş tâcı her dâim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfi… O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüveriyor. Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan harf “vav” Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibi... Bir de rahlenin önünde kendini “vav” çekmeye hazırlayan öğrencinin imtihânı. Çekilmesi en zor harf olduğundan bu… Koca bir kalp dolusu aşk, çok mahâret, çok sabır istiyor…

15 Ocak 2015 Perşembe

İsm-i A'zam Nedir?

 Allah Teâlâ'nın Kur'an ve hadîs-i şerîflerde zikredilen isimlerinin en büyüğüdür.
 İsm-i A'zam'ı, Allah, isimleri içinde gizlemiştir. Bunun da hik- meti, kullarının bütün Esmâ-i Husnâ'ya rağbetini sağlamak, kendisine bütün isimleriyle dua edilmesini te'min etmektir. İsm-i A'zam belli olsaydı, insanlar yalnızca o isimle dua ederler, diğer isimleri terkederlerdi. Çünkü İsm-i A'zam'ın Allah katında büyük bir değeri vardır. Bu isimle yapılan duaların mutlaka kabûl edildiği rivayet olunmuştur.
 İsm-i A'zam'ın Esmâ-i Husnâ'dan hangi isim olduğu hakkında, İslâm âlimleri ayrı ayrı kanâatler ileri sürmüşlerdir. Büyük ekseriyetin kanâatı, İsm-i A'zam'ın, lâfza-i Celâl yani Allah ismi olduğudur. Hz. Ali Efendimize göre İsm-i A'zam tek isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs'tan ibaret 6 isimdir.
 İmam-ı A'zam'a göre, İsm-i A'zam, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir. İmam-ı Rabbânî'ye göre de İsm-i A'zam, Kayyûm'dur.

14 Ocak 2015 Çarşamba

Esma-ül Hüsna Nedir?

 Esmâ-i Husnâ, Allah'ın güzel isimleri demektir.
 Bir âyet-i kerîmede:
 "En güzel isimler O'nundur (Allah'ındır)" (el-Haşr, 24) buyurulmaktadır.
 Diğer bir âyette de; en güzel isimlerin Allah'a ait olduğu belirtildikten sonra, bu isimlerle dua edilmesi tavsiye olunmaktadır (el-A'râf, 180).
 Allah'ın isimleri tevkifîdir. Yâni, Allah hakkında ancak âyet ve hadîslerde zikri geçen ve söylenmesine izin verilmiş olan isimler kullanılabilir. Rastgele isim izafe edilemez.
 Esmâ-i Husnâ ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim'de: "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse (îman eder ve ezbere sayarsa) Cennete girer" buyurulmuştur.
 Tirmizî, İbn-i Hibban ve Hâkim'in bu konudaki rivâyeti ise, şöyledir:
 "Kim bunları (Esmâ-i Husnâ'yı) mânâlarını anlayarak sayar, bunlarla Allah'ı zikrederse Cennete girer."

13 Ocak 2015 Salı

Allah'a İzafe Edilen Diğer Bazı İsimler ve Allah'ın Kur'an'da En Çok Geçen İsimleri

Allah'ın diğer isimleri:
 Allah'ın isimleri 99 taneden ibaret değildir. Âyet ve hadîslerde bu 99 isimlerden ayrı olarak Allah'a başka isimler de izâfe edilmiştir.
 Allah'a izâfe edilen diğer bâzı isimler şunlardır:
 el-Vâhid'in yerine el-Ehad, el-Kahhâr'ın yerine el-Kâhir, eş-Şekûr'un yerine eş-Şâkir; el-Kâfi, ed-Dâim, el-Münevver, es-Sıddık, el-Muhît, el-Karîb, el-Vitr, el-Fâtır, el-Allâm, el-Ekrem, el-Müdebbir, er-Refî', Zittavl, Zülmeâric, Zülfadl, el-Hallâk, el-Mevlâ, en-Nasîr, el-Gâlib, el-Hannân, el-Mennân...
 Kur'ân-ı Kerîm'de Allah ism-i şerîfi 2800 defa zikredilmiştir. Allah isminden sonra Kur'an'da en çok zikri geçen isim, Rab ismidir. 960 yerde zikredilmektedir.
 Rab isminden sonra, Kur'an'da en çok yer alan isimler ise; Rahmân, Rahîm ve Mâlik isimleridir. Fâtiha sûresinde "Allah" isminden sonra sıra ile zikredilen bu dört ism-i şerîfe, Cenâb-ı Hakk'ın Rubûbiyet Sıfatları adı da verilmektedir.

12 Ocak 2015 Pazartesi

el-Varis, er-Reşid, es-Sabur

el-VÂRİS
 Servetlerin geçici sâhipleri elleri boş olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakikî sâhibi...
 Allah Teâlâ mülkün gerçek sâhibi olduğu gibi, gerçek vârisidir de. İnsanların mülk sâhibi olmaları geçici olduğu gibi, varislikleri de geçici ve muvakkattır. Mülkün gerçek vârisi, mülk sâhibi Allah'tır. Kıyâmet hengâmında bütün canlılar ölecek, bütün mülk tamamıyla O'na kalacaktır.
er-REŞÎD
 Bütün işleri ezelî takdîrine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere âkıbetine ulaştıran;
 Her şey'i yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan...
 Reşîd isminde iki mâna vardır:
1. Doğru ve selâmet yolu gösteren. Bu mânada Hâdî ismiyle eş mânaya gelir.
2. Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbîrinde yanılmayan, hiçbir takdîrinde hikmetsizlik bulunmayan zât mânasındadır.

11 Ocak 2015 Pazar

el-Hadi, el-Bedi, el-Baki

el-HÂDÎ
 Hidayeti yaratan.
 İstediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren.
 Her yarattığına, neye ihtiyacı varsa, ne yapması gerekiyorsa onu öğreten...
 Hidâyet; Allah Teâlâ'nın lütuf ve keremiyle kullarına, sonu hayır ve saadet olacak isteklerin yollarını göstermesi veya o yola götürüp muradına erdirmesi demektir. Sadece hayır yolunu ve sebeblerini göstermeğe irşâd; neticeye erinceye kadar o yolda yürütmeye de tevfîk denir.
 Hidâyetin karşılığı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmak demektir. Hidâyetin neticesi îman, dalâletin neticesi îmansızlık ve küfürdür...
el-BEDÎ'
 Örneksiz, misalsiz, acîb ve hayret verici âlemler îcad eden...
 Zâtında, sıfatında, fiillerinde, emsâli görülmemiş olan...

10 Ocak 2015 Cumartesi

ed-Darr, en-Nafi, en-Nur

ed-DÂRR
 Elem ve zarar verici şeyleri yaratan...
en-NÂFİ'
 Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan...
 Menfaatları ve mazarratları, hayır ve şerleri yaratan Allah Teâlâ'dır. İnsana menfaat ve zararlar belli bâzı sebebler altında geliyorsa da, o sebebler o menfaat ve zararların sâhibi ve müessiri değil, birer perdesidir. Gerçekte zararın da faydanın da, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır.
 en-NÛR
 Âlemleri nurlandıran; istediği sîmalara, zihinlere ve gönüllere nûr yağdıran...
 Bütün eşyayı aydınlatan nûr, şübhesiz ki, Allah'ın zâtının nûrundandır. Çünkü göklerin ve yerin nûru O'dur.

9 Ocak 2015 Cuma

el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mani'

el-GANİYY
 Çok zengin ve her şeyden müstağnî... Ganiy, hiçbir şey'e ihtiyacı olmayan, herşey yanında mevcud bulunduğu için hiçbir şekilde başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayan zât demektir.
 el-MUĞNÎ
 İstediğini zengin eden... Allah Teâlâ dilediğini zengin eder, ömür boyunca zengin olarak yaşatır. Dilediğini de ömür boyunca fakirlik içinde bırakır. Bâzı kullarını zenginken fakir, bazılarını da fakirken zengin yapar. "Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak; fakirliğe ne ölçüde sabredildiği, zenginliğe de ne ölçüde şükredilmiş olduğu hesab edilecek. Mesele, çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir." Yahya bin Muaz
el-MÂNİ'
 Bir şey'in meydana gelmesine müsâade etmeyen... İyiden ve kötüden pek çok arzularımız vardır ki biri bitmeden biri ortaya çıkar. Yaşadığımız müddetçe bunlar ne biter, ne de tükenir... Biz de bu arzularımızı elde etmek için çalışır dururuz. Her arzumuz bir takım sebeblere, sebebler de Mâni' ve

8 Ocak 2015 Perşembe

Zü'l-Celali ve'l-İkram, el-Muksit, el-Cami'

ZÜ'L-CELÂLİ ve'l-İKRÂM
 Hem büyüklük sâhibi, hem fazl-ı kerem...
 Celâl; büyüklük, ululuk mânasınadır. Büyüklük alâmeti olan ne kadar kemâlât varsa hepsi Allah'a mahsustur. Mahlûkattaki kemâlât, O'nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.
 Allah Teâlâ aynı zamanda büyük bir fazl-ı kerem sâhibidir de... Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, sınır kabûl etmez nimetler hep O'nun ihsanı ve ikrâmıdır. O nimetlerin zerresinde olsun hiç kimsenin hakkı yoktur.
 el-MUKSİT
 Bütün işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan.
 Mazlûma acıyıp zâlimin elinden kurtaran.
 Allah Teâlâ en üstün bir adalet ve merhametin sâhibidir. Her işi birbirine denk ve lâyıktır. Zerre kadar da olsa haksızlığı tervic etmez. Kullarına muamelesi merhamet ve adalet üzeredir. Yapılmış olan hiçbir iyiliğin zerresini bile karşılıksız bırakmaz. İnsanların birbirlerine karşı işledikleri