Davet hem Allah’ın hem de Elçisinin hepimize, birinci emridir. “De ki: "Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah’a eş koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) Bu ayette Davetin Resülüllah ve O’nun yolunda gidenlerin yolu olduğunu görüyoruz. Yüce Mevlâ, “Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın.” (Hac, 67),
Efendimiz (s.a.v.) Kullarını cenneti ve mağfiretine davet etmesini emrederken şöyle buyurmaktadır: ” Rabbine çağır, sakın müşriklerden olma.” (Kasas, 87), “ Allah ise kendi izni ile (sizi) cennete ve mağfirete davet ediyor ve insanlara âyetlerini açıklıyor. Umulur ki onlar böylece tezekkür ederler.” (Bakara,221) “ Allah, esenlik yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.”( Yunus. 25) Yüce Rabbimizin hak ve mutluluk yoluna daveti gönderdiği kitaplarda, elçilerinin diliyle bize ulaşır. Bu davetin özünde Allah’a, rüsüllerine, Ahiret Gününe iman ve ibadetlerimizde ihlas ve samimiyeti gözetmek vardır.
İnsan davası ile insandır… Dahası davası olanın
daveti de olur. Belki de bundan dolayıdır, insanlar iki kesimdir, denilmiştir. Davet edenler… Davet edilenler… Üçüncü kesim; hüsrana ve helake yakın duranlardır..
Bir defa kalın çizgilerle şu gerçeğin altını çizmek gerekir: En büyük davetçi Allah’tır… O kullarını esenlik yurduna davet etmektedir… Karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktadır… Süfli emellerden ulvi hedeflere çağırmaktadır. Allah’ın çağrısı tüm çağlara… Bütün coğrafyalara… Akıl sahibi herkese ve her kesime… Bu çağrıya iman eden her kul, bu çağrıyı savunmak ve sürdürmek zorundadır… Kaldı ki, gelen tüm peygamberlerin ortak özelliği, değişmez misyonu, ilahi mesajı topluma taşımaktır… Artık bu davetin ne gecesi var, ne de gündüzü. Ne bugünü ne yarını… Ne zindanı ne sarayı… Ne karası, ne denizi... Ne gizlisi, ne aşikârı… Davetin girmediği hiçbir an ve hiçbir alan yok… Çünkü yaşamın anlamı budur…
Son Nebi (sav) de son nefesine kadar aynı vurguyu yaptı… Safa tepesinde alenileşen çağrı, kıyamet sabahına dek çınlayacaktı… O yüce Rasul bu ulvi daveti kendi şahsı ile sınırlamadı… Davet sorumluluğunu kişiselleştirmedi… Veda hutbesinde yüz bini aşkın ashab-ı kirama şunu tembihliyordu; “Burada bulunanlar, bulunmayanlara iletsin.”
Bu bir emirdi… Bu cümleler birer emanetti… Bu direktifi alan yüz bin sahabi kitlesi davet için harekete geçti… O günün dünyasında iki yüz elli milyon olduğu tahmin edilen yeryüzü nüfusuna “Bu daveti nasıl ulaştırabiliriz?” derdine düştüler… İnsanlığın hidayet ve hakikatle buluşması gibi yüce bir hizmet bizim uhdemizde, diyorlardı… Yüz bin kişilik davet ordusundan bugün mezarları Mekke ve Medine’de olan sahabi sayısı on bini geçmiyor... Kalan doksan bin sahabinin mezarı nerde? Mekke ve Medine’de yaşamayı ve orada gömülmeyi niçin tercih etmediler? Yoksa Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevi’de kılınan namazın sevabını duymamışlar mıydı? En güzel ölüm Kâbe’ye ve Ravzaya yakın yerde ölmek ve Cennetü’l- Mualla veya Cennetü’l-Baki kabristanına defnedilmektir, diyebilirlerdi… Vaziyetlerinde ve vasiyetlerinde böyle bir şey göremiyoruz…
Hedeflerinde beşeriyet vardı… Allah’ın nasip ettiği izzeti ve nimeti insanlıkla paylaşmak derdinde idiler.. Artık kimse onları durduramazdı, caydıramazdı… Çünkü bir kişinin hidayetine vesile olmak, dünyada üzerine güneş doğan her şeye sahip olmaktan daha büyük bir kazanımdı… Öyle olunca güneş batıdan doğuncaya kadar bu davet devam edecekti...
Onlar İslam’ı sadece yaşamadılar, yaşarken yaydılar… Onlar insanlığın felahı ve salahı için var olduklarına inanıyorlardı… Böyle olmasa idi… Vehb bin Ebi Kebşe’nin Çin’de ne işi vardı? Çin’de bu sahabinin mezarı ile karşılaşıyorsunuz… Niçin gitti? İthalat ve ihracat için mi? Çin piyasasında yatırım yapmanın avantajlarını elde etmek için mi? Bir yıllık bir yolculuk hangi amca yönelikti? Seksen küsur yaşındaki Ebu Eyyub el-Ensari Bizans surları önünde son nefesini verirken neyin peşinde idi? Ölmeden önceki son vasiyeti: “Şayet burada ruhumu teslim edersem, cesedimi Bizans içlerine doğru götürebileceğiniz en son yere kadar götürün, öylece defnedin.” oldu. Kıbrıs’ta medfun olan şehid sahabilerden Ümmül Haram bir kadındı… “Bir kadının orada ne işi vardı?” diyebilir misiniz? Ukbe b. Nafi Afrika’yı bir uçtan diğer uca atı ile adımlarken, karşısına çıkan uçsuz bucaksız okyanusu görünce Rabbine nasıl özür beyan ediyordu? “Ya Rabbi şayet karşıma şu kocaman deryayı çıkarmamış olsaydın senin yüce ismini daha ileriye götürecektim. Daha fazlasını yapamadığım için af diliyorum.” değil miydi?
Bu nasıl bir ufuk? En yakın kapıdan, en uzak kıtaya her yer davetçinin kapsam alanındaydı… Adeta rahimdeki ceninleri bile hedeflemişlerdi… Onlarda davet, hayatın bir parçası değil, hayatının tamamı idi… Hatta hayatın ta kendisiydi… O davet ile insanlar hayat buluyordu… Öyle olduğu içindir ki, Yesrib’e bir Mus’ab yetti… Yemen Muaz’a teslimdi… Habeşistan’da Cafer bu işin üstesinden gelebilmişti… Davadaki adanmışlık, davetin önünü açmıştı. Doğrusu davet adanmışların ideali ve iddiası demekti… Evet, İslam davetle dinamiktir… Ümmet temsil ve tebliğ misyonunu sürdürdükçe diridir. Davetsiz bir dünya fitne kumpası, fesat ocağıdır. Bugün yeryüzünde İslam’ın yankısı, imanın yansıması varsa biz bunu dünkü davetçilere borçluyuz. Yarınlarda İslam’ın bekası yine basiretli davetçilerin gaye ve gayretlerine bağlıdır. Aslında Müslüman olmamız doğal olarak davette yer almamızı gerekli kılıyor… Nasıl olduysa davet işi de belli bir sınıfa, zümreye has kılındı… Tıpkı “Din adamları” sınıfı ihdas edildiği gibi… Potansiyel davetçi kitle sınırlandı. Bu sorumluluk belli kişilere yüklendi…Böylelikle davayı dert edinmesi gerekenler, bu işi meslek edinenlere terk ettiler…
Sonuçta davet kürsü ile mimber arasında sıkıştı kaldı... Hayatın bütününe yayılması gereken davet mabetlerle ve sohbetlerle sınırlandı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder